Şeyh Abdülbaki Küfrevi

Şeyh Abdülbaki Efendi Bitlis’de Küfrevi Dergahında

Şeyh Abdülbaki Küfrevi (k.s) Efendi Hazret-i Pîr’in dördüncü oğludur. 1870/72 yılında Bitlis’te dünyaya gelmiş, 1914 yılında abisi Şeyh Abdülhadi’nin vefatı üzerine irşad postuna oturmuştur. 1943 yılında vefatına kadar bu makamda kaldı.

Gençliği, Tahsili ve Yetişmesi

Abdülbaki Efendi ilköğrenimine babasının tekkesinde başladı. Gençlik yıllarında ağabeyi Abdülhadi Küfrevi’den ders almış, Abdül-hadi Küfrevi’nin vefatı üzerine ailenin yükünü üstlenmiştir.

Babası ve ağabeyinin dışında bölgenin önde gelen hocalarından dersler almış, bu arada Arapça ve Farsça öğrenmişti. Öğrenimini tamamladıktan sonra tekkesinde irşad ve tebliğ vazifesinde bulunarak halkın aydınlanmasına çalıştı. Ailesi ilimle meşgul olduğu için yöre halkınca çok itibar görüyordu.

İran’da Azerbaycan sınır bölgesi (Aran) Türkiye sınırı (Siyah çeşme) ile Kars-Erzurum-Ağrı-Van-Muş şehirlerinde insanlarla olan diyaloglarıyla ailesini oralara sevdirdi. İyi derecede Arapça ve Farsça bilmektedir.

Abdülbaki Efendi gençlik zamanında şık giyinmeyi, ata binmeyi seven ve ava giden yakışıklı bir delikanlıdır.

Abdülbaki Küfrevi Hazretlerinin İrşad Dönemi

Bir gün Pir-i Küfrevi hazretleri onu çağırarak huzura alıyor ve oturmasını emrediyor. Daha sonra Küfrevi hazretleri ayağa kalkarak Abdülbaki Efendi’ye şöyle emrediyor, “sağ yanağını benim ayağım önüne yere koy ve yapıştır.”

Abdülbaki Efendi tereddütsüz babasının emrini yerine getirerek yüzünü yere koyuyor. Pir-i Küfrevi ayağını kaldırıyor ve oğlunun ya-nağına basıyor. Sonra; “Abdülbaki dünyadan geç!” buyuruyor. Bir müddet öylece durduktan sonra “geçtin mi?” diye soruyor. Abdülbaki Efendi “Beli kurban, geçtim” diyor.

Bunun üzerine Küfrevi hazretleri; “Peki, diğer yanağını çevir” diye emrediyor. Bu sefer aynı şekilde diğer yanağının üzerine basıyor ve sıkıyor; “Abdülbaki, ukbadan da geç” diye emrediyor. Bir müddet bekliyor, sonra “Geçtin mi?” diyor. “Evet baba, ukbadan da geçtim” cevabını verince, Hazret-i Pir; haydi kalk, senin işin tamamdır” diyor.  

Alvarlı Muhammed Lütfi Efe hazretleri, Pir-i Küfrevi’nin hal-i hayatını anlatırken şu hatırayı söylemiştir. “Pir-i Küfrevi her Cuma namazında Kızılmescid’de imam olup hulefa ve sufilerle eda ederken, bir gün çok izdiham ve kalabalık olmuş. Pir Küfrevi çok cuşu huruşa gelmiş (coşmak), İkindi namazına kadar vaaz-u nasihatte bulunmuş. Ağlama ve sızlamalar olmuş. Aynı gün ikindi vaktine kadar camide kalmış, ikindi namazı da mescitte cemaatle kılınmış, cemaat ancak o zaman dağılmış.

O gün Şeyh Abdülbaki’ye bir gün doğmuştu. Pir-i Akdes ve Abdülhadi Efendi gelmeyince ikindi üzeri yedi kişiyle bir hatm-i hacegan yapmıştır. Hatmeye katılanlardan her birisine Ashab-ı Kehf’in adlarını vermişti. Sonunda oğlu şeyh Nesim Efendi teşrif etmiş, hatmeye yetişmiş ve babasına şöyle yalvarmış; “Benim adımı da Kıtmir koysana” ve bu isteğini babasına kabul ettirip halkaya iştirak etmiş. Öyle feyizli bir hatme olmuş ki, halkaya girenler kendilerinden geçmiştir. O hatmenin adını da “nim hatme” koymuşlar. Nesim Efendi bu sırada 18 yaşındaydı. Daima babasının emrinde salonda hazır beklerdi. Abdülbaki Efendi sohbet ederken Nesim Efendi durmadan ağlardı.

Zorunlu İskân (1926)

Şeyh Abdülbaki Efendi 1925’de zuhur eden Şeyh Said hadisesinden sonra, olaylara karışmadığı halde ailesi ile birlikte zorunlu iskân olarak önce İzmir’e, sonra İstanbul’a getirilir. İstanbul’a gelen aile Eyüp Sultan’da ikâmet etmiştir. Ancak bu eve yapılan yoğun ziyaretler idarecileri rahatsız ettiğinden ev istimlak edilip yıkılmış, bunun üzerine Fatih Karagümrük’e taşınmıştır.

1927’de zorunlu iskân birçok kişi için kaldırıldığı halde Küfrevi ailesi için kaldırılmamış, sürgün çilesi devam etmiştir. Sadece bazı aile efradının kısıtlı olarak kısa bir süre için Bitlis’e gidip gelmesine müsaade edilmiştir. Ancak başta Şeyh Abdülbaki Efendi olmak üzere birçok aile ferdinin Bitlis’e gitmelerine müsaade edilmemiştir. Şeyh Abdülbaki Efendi vefatına kadar İstanbul’da iskân edildi. Bitlis’e kısıtlı olarak gidip gelmesine müsaade edilen aile efradından bilinen kişi, Şeyh Abdülbaki Efendinin oğlu Şeyh Nesim Efendidir. Bu süre içinde Bitlis’teki dergâh Hz. Pir’in türbesi mühürlenmiştir. Aileye reva görü-len bu zulüm, ailenin çektiği bu çile kabul edilir cinsten değildir.

Ailenin dönmemesi için Bitlis’teki gayrimenkullerine karşılık İstanbul Çiftehavuzlar da geniş bir arazi teklif edilmiş ancak Şeyh Abdülbaki Efendi bunu reddetmiştir.

Şeyh Abdülbaki Efendi’nin Vefatı ve Mezarının Nakli

Şeyh Abdülbaki Efendi (k.s) 1943 senesinde dar-ı bekaya irtihal etmiş ve Eyüp Sultan Mezarlığına defnedilmiştir.

Vefat etmeden önce büyük oğlu Nesim Efendi’ye; “Eğer bir imkân bulursanız beni Bitlis’e, Pir-i Küfrevi’nin yanına götürün, o türbe-i mukaddeste beni defnedin” demiştir.

1944 senesinde Şeyh Nesim Efendi üst üste babasını rüyada görür. Abdülbaki Efendi şöyle demektedir; “Oğlum, bana söz vermiştin. Pir-i Küfrevi’yi çok özledim, beni onun yanına götür. Korkma oğlum, Allah (c.c) sana yardım eder.”

Şeyh Nesim Efendi kalkar, bir iki tane fedakâr sufi bulur. Onlara; “Babamı Bitlis’e götürmeye bana yardımcı olur musunuz?” der. Onlar da; “Kurban, eğer şeyhimizden gelen emir bu ise canımız feda olsun, hazırız” derler. 

Nesim Efendi iki sufiyle birlikte marangoza gider, bir tabut yaptırırlar. Akşamleyin Eyüp Sultan Mezarlığına giderler. Oranın bekçisine kendi durumlarını arz ederler. O da der ki; “Bu gece buna benzer bir rüya gördüm. Bir şeyh rüyama geldi. ‘Benim evladım sana gelecek, yardımcı olun’ diye sıkı sıkı tembih etti. Madem öyle canımız feda olsun, mutlaka sizlere yardımcı olacağım” der ve gerçekten de onlara yardımcı olur.

Mezarı açarlar. Medfun olan Şeyh Abdülbaki Efendiyi mezardan çıkardıkları zaman sanki yeni defnedilmiş, kefeni dahi çürümemiş bir halde bulurlar.

Bir sandık şeklinde getirdikleri tabuta zat-ı mübarekeyi yerleştirirler. Fakat tabut küçük gelmiş ve cenazenin ayakları dışarıda kalmıştır. Bunun üzerine Şeyh Nesim Efendi ağlamaya başlar ve “Ya Rab! Bu gece gidip bir daha bir uzun tabut yapmamız mümkün değil. Bize yardım eyle” diye yakarır. Sonra dönüp babasına şöyle seslenir; “Ya ayağınızı çekin tabutun içine yerleşin, ya da ben seni mezara koyup gideceğim. Çünkü zor bir dönemde yaşıyoruz. Milli Şef zamanındır. Biri ihbar ederse, bizi idamdan başka bir şey temizlemez” der.

Bundan sonrasını merhum Nesim Efendi şöyle anlatmıştır; “Biraz nefes aldık, bir daha tecrübe edelim” dedik. Kaldırdık, tabutun içine koyduk. Sanki onun ölçüsüne göre yapılmış gibi ayakları da tabutun içine girdi. İnanamadık. Bir daha, bir daha baktık. Gerçek olduğunu gördük. Secde-i şükre vardık. Şeyhin rüyada söylediği gibi selametle memlekete götürebileceğimize tamamıyla kanaat getirdik. 

Tabutumuzu aldık, üzerine bir şeyler örttük, bir arabanın arkasına koyduk. Doğru Haydarpaşa Garına götürdük. Trenin bir üst ranzasına koyduk. Tren hareket etti. İnanın, Tatvan’a kadar; “Bu nedir, nereye gidiyorsunuz?” diye tek bir soru bizden sorulmadı. O büyük zatın himmetiyle ve gördüğümüz rüyayı sadıka ile Bitlis’e getirdik.

Pir-i Akdes’in yanında daha evvel hazırlanmış mezara gömdük, üzerine tahtadan yapılmış bir sanduka koyduk. Sandukayı bir perde ile örttük. Kıbleye döndük, Kelime-i Şehadet getirdik, başımızı secdeye koyduk, saatlerce başımızı kaldırmadan Allah’ımıza şükrettik.

Daha evvel içine defnettiğimiz babamızın Eyüp Sultandaki o mübarek kabr-i şerifin üzerini kapattık. Başına iki mezar taşı diktik. Mezar taşında; “Nakşî Şeyhlerinden, Sultan Şeyh Abdülbaki’nin kabri şerifidir” diye yazılmıştı. Üzeri örtük ve içeri boş olarak durdu.